Header Ads


Osmanlı Tarihi "Mehmed Niyazi"


Mehmed Niyazi,Osmanlı Tarihi,Sayfa:8-12
Tarihî olayların içinde devamlı yorum gizlidir; yorum da değer yargılarıyla iç içedir; bu da değer yargılarının iyi bilinmelerinin tarihin anlaşılmasındaki önemini göstermektedir. Hıristiyan Hammer, "Osmanlı Devleti Tarihi"ni XIX. yüzyılın başlarında kaleme aldı ve dört yüz yıl önceki müslümanları değerlendirdi.
Yorumları ne kadar isabetli olabilir?Hele kabuller değişince, meseleler anlaşılmaz hale gelir. Pek çok hıristiyan tarihçisine göre "Otuz yıl savaşları kutsal bir savaş" tır; çünkü bu savaşlarda ölenler "Ruhun kurtuluşu için" canlarını vermişlerdir. XIX. yüzyılda yaşayan Burckhardt ise "Otuz yıl savaşlarını şöyle değerlendiriyor: "İster katolik olsun, ister protestan ruhî kurtuluşu milletin bütünlüğünün üstünde görmek, bir din için rezilce bir şeydir." Batı'da kilise nüfuzunu kaybedince, millet anlayışı, hıristiyanlık anlayışının önüne geçti. Bu anlayışın insanı olan Burckhardt, vatan ve millet için adam öldürmeyi kahramanlık ve kutsal bir görev kabul ediyor; fakat "Ruh kurtuluşunu ön plânda tutmayı" rezilce bir şey" olarak nitelendiriyor. Burckhardt, "Otuz yıl savaşlarında çarpışmış bir insanın ruh haline nüfuz edemeyeceği için, o dönem tarihini yazması mümkün değildir.Dünyayı zihniyet kurar; ortaya çıkan medeniyetin, müesseselerin altında o zihniyet yatar. Yazılan tarih o zihniyeti yansıtmıyorsa, olaylar mekanikleşir. Osmanlı'nın savaşıyla, Prusya'nın savaşı aynı anlama gelir. Ama Osmanlı'nın ve Prusya'nın zihniyetleri bilinirse, fark belirginleşir; devleti kuran irade de, savaşlar da hüviyetlerini kazanırlar.Zihniyete yabancılık sadece olayları mekanikleştirmez; pek çok meseleyi de anlaşılmaz hale getirir. Hammer'in yazdığı tarih, ondan esinlenip yazılanlar zihinlerimize çözülmeleri güç düğümler atmışlardır. Bir taraftan Osmanlı Devleti, İslâmî zihniyetle kurulmuş; padişahı, paşaları, ordusu mücahit insanlardı, diyoruz; diğer taraftan da padişahların Topkapı Sarayı'nda cariyelerle zevk u safa içinde hayat sürdüklerini yazıyoruz. Hatta, padişahın metresleri zannettiğimiz bu cariyelerin bazılarıyla padişah çocuklarının evlendiklerine de sık sık kitaplarda rastlıyoruz.
Hammer, câriye konusunu ya yanlış anlamış, yahut da maksatlı çarpıtmıştır. İslâm hukukunda kadın köleye veya hizmetçiye câriye denmektedir. Topkapı sarayı devletin merkezi idaresinin önemli kısımlarının bulunduğu yerdi. Bu sarayın bir bölümünde de padişah ailesiyle oturmaktaydı. Eski müslüman evlerinde yabancının girmesi sakıncalı bulunulan yere "Harem" denirdi; padişaha ait olunca da bu kısım "Harem-i hümâyûn" adını almıştır. Kalabalk devlet ricalinin, misafirlerin yeme, içme gibi hizmetlerini padişahın eş veya eşlerinin görmeleri imkansızdı; kamuya ait olan bu hizmetleri onlardan beklemek zaten caiz değildi. Bu işleri görmek için, hizmet akdiyle anlaşmış câriyelerin büyük bir kısmı sabahleyin gelirler, hizmetlerini yaparlar, akşamleyin kendi evlerine dönerlerdi. Bazıları da sarayın çevresinde otururlardı. Bunların çoğu evli, çocuk sahibiydiler. Hizmet akdiyle çalışan bir kadınla cinsî ilişkiye girmek hem haramdır; hem de en büyük ayıplardan biridir. Aynı zamanda cezai müeyyidesi olan suçtur.

Bazı bâkire köle câriyelerle padişahlar evlendiler; evlenince bunlar da aynen hür kadınlar gibi eş olurlardı. Fakat câriyelerle evlilikte "dörde kadar" sınırlaması yoktu; aralarındaki fark yalnızca bundan ibaretti. Fatih Sultan Mehmed'e kadar padişahlar hür kadınlarla evlenirlerdi. Daha sonraları câriyelerle evlenmek âdeta mecburiyet haline geldi. Zira Saray'ın sırlarının içerde tutulması;kayın birader, dayı, bacanak gibi Saray'ın dışındaki hısım ve akrabaların korunacakları, suistimallere sebebiyet verecekleri göz önünde bulundurularak bu usul geliştirilmiş ve devlet geleneği halini almıştır. Bu geleneğe aykırı hareket tepkiyle karşılanmıştır. Meselâ Genç Osman'ın Şeyhülislâm'ı kırmamak için, kızıyla evlenmesi, İstanbul ahalisi tarafından şiddetli protestolara vesile olmuştur.

"İç Oğlanları" konusu da aynı şekilde yanlış anlaşılan bir husustur. Hatta bazı kitaplarda, günümüz halk dilindeki argo manasında ele alınmaktadır. Halbuki Topkapı Sarayı'nın Enderun bölümünde çalışan gençlerin bürokrasideki yerlerini belli eden unvandı. Ayrıca Yeniçeri Ocağı'ndaki bir grup da "iç oğlanları" olarak anılmaktaydı; bir nevi askerî kademe idi. Yoksa, pek çoklarının zannettikleri gibi, padişahların veya devlet ileri gelenlerinin sapık ilişkilerde bulundukları kimseler kesinlikle değillerdi. Livata, İslâm dünyasında hem en büyük günah, hem de dehşetli yüz kızartıcı bir suç kabul edilmiş, en ağır şekilde cezalandırılmıştır. Ve İslâmiyette ceza, kişinin mevkiine göre katiyyen uygulanmazdı.Zaman zaman bu "Oğlanların, bilhassa küçük ve eğitim durumundakilerinin yüzlerini peçe ile örtmelerine dair fıkhı hüküm de dile dolanmaktadır. İslâm hukuku her durum düşünülerek tedvin edilmiştir. İnsan, realist bir tarzda ele alınmış, devrin şartlarına göre önleyici hükümler getirilmiştir. Ne kadar yüksek ahlâklı insan olabilirse, o kadar da adiliklere müsait insanlar bulunabilir. İşte mayalarında adilikler taşıyan bu insanların nefislerine engel olmak için bir tedbir olarak, mütedeyyin fıkıh âlimleri şöyle bir kaide vazetmişlerdir: "Genç bir koca veya terbiyeci, genç veya bıyığı terlememiş çocuklarla, fazla yalnız bırakılmasın. Zira nefis insanı kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler yüzlerini peçe ile örtebilirler." Aşırı hassasiyetten kaynaklanan bu fıkhı hüküm Osmanlı Enderun'unda uygulanıp uygulanmadığı belli değildir. Bu hüküm daha çok tenha yerler için konmuştur. Her an pak çok insanın bulunduğu Enderun'da böyle bir uygulamaya, hiçbir zaman büyük bir ihtimalle ihtiyaç duyulmamasına rağmen, "uygulanmıştır" varsayımına dayanarak, Osmanlı Sara-yı'nı suçlamak hiçbir vicdana sığmamalıdır.

İnsanın yüzünü kızartan bir husus da "Harem Ağaları"dır. Gene aynı kaynaklardan neşet eden kitaplara dayanarak ilim adına yapılan sempozyumlarda, padişahların hanımlarını bekleyemediği, zavallı zencileri alıp, erkeklik uzuvlarını yok ettirdikten sonra, onları hanımlarının başlarına diktikleri söylenmektedir. İslâm'a göre rengi, ırkı, dili, dini ne olursa olsun, insan "Eşref-i mahlûktur; şahsiyetinin ve bütün uzuvlarının dokunulmazlığı vardır. Bu itibarla, hiçbir Osmanlı padişahı, bir tane zenciyi satın alıp, onu hadım ettirdikten sonra, hanımlarına bekçi yapmamıştır. Mısır ve Habeşistan'da bazı kabileler, geçimlerini temin etmek maksadıyla, daha küçükken bazı çocuklarının erkeklik uzuvlarını körelterek, bütün dünyadaki saraylara satılmak üzere pazarlara gönderirlerdi. Saray'da kadınların yapamayacakları kadar ağır işler vardı, bazı işleri de kadınların yapmaları caiz görülmüyordu. İşte bu hizmetleri yapmaları için, bu kimseleri Osmanlı sarayı da satın alıyordu. Bunlar zannedildiği gibi de padişahın yatak odasına kadar giremezlerdi.Zihniyet sistemi kavranamayınca müesseseler, fonksiyonları, işleyiş tarzları iyice bilinemez. Tenakuzlar da insanın gözüne çarpmamaya başlar. Mesela bir taraftan padişah istediği anda vezirinin kafasını kestirdiği, diğer taraftan cami yaptıracağı yeri istimlâk etmekte binbir müşkilâtla karşılaştığı kitaplarda yer alıyor. Eğer Osmanlı hukuk sistemi bilinmezse, Osmanlı'yı kanlı ellerin yönettiğini anlatmak için, vezir kafalarının kesildiği, âdil göstermek için de cihan padişahının Yahudi kadınının arsasını istimlâk etmek uğruna binbir çareye baş vurduğu anlatılacaktır. Halbuki hepsinin Osmanlı Hukuk Sistemi'nde yeri vardır.Bu sistem tam bilinemeyince de olaylar içinden çıkılmaz hale gelir. Meselâ pek çok tarih kitaplarında, Kanunî karısı Hürrem Sultan'ın sözüne uyup, dirayetli oğlu Mustafa'yı öldürterek, yerine Hürrem Sultan'dan olan II. Selim'i tahtın varisi yapması, İmparatorluğun dönüm noktası kabul edilmektedir. Böylece de Cihan Padişahı'nın, Cihan İmparatorluğu'nu karısına olan zaafına kurban ettiği anlaşılmaktadır. Fakat yine bu tarih kitaplarında, Hürrem Sultan'ın büyük oğlu Şehzade Bayezid'in çocuklarıyla sığındığı İran hükümdarı tarafından, Kanunî'nin ricasıyla boğduruldukları yer almaktadır. Mustafa'yı boğdurtacak, II. Selim'i tahta geçirtecek kadar Kanunî'ye hâkim olan Hürrem Sultan, niçin oğlu Bayezid'i ve torunlarını kurtarmadı? Annelik şefkati sadece II. Selim'e mi aitti? Hürrem Sultan'ın bir oğlu padişah olurken, diğer oğlu ve torunlarının başına felâket geliyorsa, bunda onun entrikası değil de başka sebebler aranmalıdır.

Yeniden üretilemeyecek hâdiseler, sonuçlarını ortaya koydukları vakit tarihin konusu olurlar. Sonuçlarıyla beraber geçmişe intikal etmiş konuların araştırılması çok yönlü gayret ister. Bu gayret, o konuya ait bütün kaynakların tahliliyle başlar. Vesikaların güvenilirlikleri araştırılır, hatıralar mantık süzgecinden geçirilir, kitaplara geçen şayialar ayıklanır, her türlü araştırmadan sonra, olayların omurgası teşhis edilir, onu görebilecek yerin seçimi yapılır. Ünlü tarihçi Walter Raleigh bizzat şahit olduğu sokak kavgasını, bir başkasının farklı anlattığını haber alınca, yazmakta bulunduğu Cihan Tarihi'nin ikinci cildini ateşe attığı rivayet edilir. Bu fıkra farklı insanların bizzat şahit oldukları olayın değişik yönlerini müşahede ettiklerini göstermektedir. Olayı doğru değerlendirmek, kişinin bulunduğu yere ve şartlarına bağlıdır. Tarihçinin bulunduğu yerin isabetli olup olmadığına bakmadan önce Edward Halfett Carr'ın deyimiyle "Tarihten önce tarihçenin incelenmesi gerekmektedir. Tarih yazmak, her şeyden önce formasyonla mümkündür. Ayrıca tarihçi yaşadığı dönemden bir şeyler bekliyorsa, o dönemin geçmişle hesabı varsa, tarihçi de bu hesabı görenlerin safına katılır. Bu da geçmişi, tarihçinin yaşadığı döneme mahkûm eder.

Tarih, büyük adamların mı, cemiyetin mi eseri olduğu çok tartışılmıştır. Carr gibi pek çok tarih felsefecileri, tarihî bir kişiye bağlamayı ilkelleştirmek olduğunu ileri sürmelerine rağmen, kişinin önemine dikkat çekenler de az değildir. Meselâ Osmanlı Devleti'nin yükselişinde ilk on padişahın dehasının büyük payı bulunduğunu pek çok ünlü tarihçi ileri sürmektedir. Çocuk bir hükümdarın döneminde yapılan büyük işlere, nice dahi insanların dramla noktalanan hayatlarına baktıkça, ferdin payını küçüm-sememek kaydıyla, büyük payın cemiyete ait olduğu kabul edilebilir.Tarihî olayları alt alta yazmakla, tarih ortaya çıkarılamaz. Tarih zaman içinde gelişen sosyo-kültürel olayların bütünüdür. Bir sonraki olayı anlamak için de bir önceki olayın tahlili gerekir; bir önceki olayın tahlili de bir sonrakilerde yatmaktadır.İşte bu satır başlarıyla sıralanan ve daha pek çoklarının sıralanması mümkün olan meselelerin açıklıkla anlaşılabilmesi için tarihin hem millî ruhla, hem de ele alındığı dönemin zihniyetiyle yazılması gerekir. Osmanlı Tarihi'nin yazılması ise, bu iki özellikten başka, çileli bir ömür, her şeye müstağni hayat telâkkisi ister. Bir neslin ağabeyi olan Ziya Nur'da da, bu vasıfların fazlasıyla mevcut olduğuna, onu yakından tanıyan herkes şehadet eder.Ziya Nur, bu çalışmasıyla, aynı zamanda Hammer ve Ahmed Cevdet Paşa tarafından yazılan Osmanlı Tarihi'ni tamamlamıştır. Zira eserinde 1826'dan sonraki dönemi çok geniş bir şekilde anlatmaktadır. Tarihçilik bakımından da geçen yüzyılda Ahmed Cevdet Paşa ne ise, bu yüzyılda Ziya Nur odur, dersek mübalağa etmiş olmayız. Ahmed Cevet Paşa'nın bıraktığı yerden, aynı zihniyetle tarihimizi tamamlaması da ilim dünyamız için büyük bir talihtir.
Mehmed Niyazi

Hiç yorum yok

YORUM BIRAKMAK DÜŞÜNMEK VE PAYLAŞMAK İLE İÇ İÇEDİR. LÜTFEN DÜŞÜNDÜKLERİNİZİ PAYLAŞIN. YORUMLARINIZLA DAHA ÇOK PAYLAŞILALIM.

www.nerdenduydun.com. Blogger tarafından desteklenmektedir.