Mahallenin gayrimeşru abisi Murtaza,
Gecekondu mahallesi bir tuhaf sabah
sisi içindeydi. Evler sanki sırt sırta binmiş insanlar gibi birbirlerine
yaslanmıştı. Kış olduğu zaman bir garip yalnızlık, bir tuhaf hüzün çökerdi
mahalleye. Şehrin tüm ışıltılı hayatına karşı, bu kenar mahallede ilkel insan
kaygıları ve yalnızlığı yaşanırdı. Birbirine bu kadar yakın mesafede bu kadar
uzak hayatlar yaşanması bile insanı hayrete düşürürdü.
Murtaza sabah rüzgârı gibi evden
çıktı. Üzerindeki ceket bir kahramanın pelerini gibi sallana sallana tozlu
bozkır toprağını tozutarak geçiyordu. Mahalleli Murtaza’nın evden çıkacağı
saati az çok bilir; tedbirini ona göre alırdı. Murtaza bir sabah yeli gibi
mahalleden geçti gitti.
Murtaza’nın çıkacağı saati
bilemeyip de hazırlıksız yakalananlar, aceleyle saklandıkları yerlerden
kafaları bir bir çıkarıp, Tehlikeyi savuşturmuş sincaplar gibi kafalarını
sakladıkları yerlerden çıkarmışlardı. Tehlike borusu çalar gibi, hafif de tebessüm ederek kahve çırağı selim
bağırdı
-Gitti abilerim.
Sıradan bir olaymış gibi, tatlı gülümsemeler şakalaşmalar eşliğinde
mahalleli kahveye doluşmaya başlamıştı. Zaten Murtaza geçmeden kimse kahveye
gelemezdi. Muhtar elini yeşil masa örtüsüne sürerek örtüyü düzeltti. Düzelttiği
yere selim çay bardağını bıraktı. Çaylar dağıtıldı. Muhtar derin bir nefes aldı
ve söze başladı:
-Sene bin dokuz yüz altmış yedi O sene, bu Murtaza daha bir bebek. Bir
hastalık, bir kıran tuttu bu bebeyi. Doktor moktor fayda etmedi. En son kapıdağı’ndaki evliyaya götürdü
annesi. Döndüğünde annesi “Bundan gayrı sırtı yere gelmezmiş.” dedi. Şıh bizim Murtaza’nın
ağzına tükürmüş. Türlü şifa dağıtırmış fakat bir bebenin ağzına tükürse o
bebenin bir daha sırtı yere gelmezmiş derler. Herhalde bizimkinde de hokkayı
biraz fazla kaçırdı.” Deyince bir kahkaha kıyamet koptu kahvede.
- Çocukluğundan beri bilirim Murtaza’yı o günden sonra ne ele sığdırdık ne de avuca. Az çok bir benim lafımı dinler; Oda iyi saatine gelirsek…
Mahallenin gayrı meşru abisi Murtaza heybetli bir adam değildi. Kısa
denilebilecek bir boya sahipti. Upuzun kolları fırın küreği gibi elleriyle normal
bir beden yapısına sahip değildi. Erken yaşta kelleşen kafası, Esmer çökük
yüzü, kocaman alt dudağı ve keskin bakışlarıyla bir yırtıcı kuşu andırırdı.
Dediği gibi, Murtaza’yı bir tek muhtar zapt edebilirdi. Tabii her zaman değil.
Kızdığı zaman bütün mahalleyi dayaktan geçirirdi. Saklanmalar da bu yüzdendi.
Mahalleli bir dönem canından bezmiş bir halde ihtiyarlar ile bir araya gelip bir çare düşünelim dediler. Muhtar “Uğraşmayın onun huyunu ben bilirim çocukken zapt edemezdik, şimdimi zapt edeceksiniz.” dese de kimse dinlemedi. Ne yapsalar Murtaza'ya işlemiyordu. İhtiyarlar toplanıp Murtaza'yla konuşmaya gitti. Gitmez olaydılar, bizim Murtaza'nın parlak saatine denk gelince; koca koca adamlar bir araba dayak yediler. Kahvede kafa göz sargılı otururken, Hamdi Dayı "Bu işi çözse çözse imam efendi çözer.” dedi. Toplanıp aşağı mahallenin imamına gittiler. İmam Erzurumluydu, şeker gibi dili vardı, bilgisi derya denizdi. Hele vaazları, başka semtlerden üşenmez gelirler; cami dolar taşardı. "Siz hiç telaşlanmayın dedi." "Allah'ın izniyle ne Murtaza'ları adam ettik de cemaatimize kattık." dedikten sonra sözleştiler. Dört gün sonra imam sabah vakti geldi. Murtaza’nın evine doğru ağır adımlarla yürüdüler. "Gösterin bakalım şu keratayı." dedi. Murtaza'nın o sıra uzatmalı sevgilisi olan Mehtap, Murtaza'nın evinde ne var ne yok almış kaçmıştı. Evi tamtakır gören Murtaza, fırtına yutmuş gibi evden çıktı. Ceketini yellendire yellendire, bir yengeç gibi yürüyordu. Mahalleli bir yandan da korkarak “İşte bu dediler.” Şeker hoca tam da bu zamanda, kendinden emin bir şekilde, Murtaza’nın önüne atılıverdi.
-Dur bakalım evladım.
Demeye kalmadan Murtaza aşağıdan yukarı kürek gibi eliyle tokadı savurunca
imam kuş gibi uçuverdi. Mahalleli alışık oldukları çeviklikle anında bir
yerlere saklanmışlardı. Murtaza uzaklaşınca kafalar yavaş yavaş çıkmaya
başladı. İmamı karga tulumba kahveye götürdüler. Uzun süre de ayıltmaya
uğraştılar.
Bu iş tatlı dille olmayacak, bunu hep beraber iyice pataklayalım dediler. Sebepsiz dayak olmaz. İlk olay için sözleştiler. Zaten Murtaza çok da uzatmazdı. Mahalleli toplanıp: sopalarla, taşlarla, küreklerle Murtaza'ya saldırmış öldüresiye vuruyorlardı. Murtaza hacı yatmaz gibi darbe aldıkça geri kalkıyor, zor bela birine bir tokat atıyor, tokat attığı adam feryat figan düşüyordu. Amerikan filminde görsen inanmazsın ama Murtaza düşüp düşüp kalkıyordu. Murtaza efsunlu gibi darbe aldıkça kükrüyor, daha bir saldırgan oluyordu. Mahalleli ufak ufak kaçmaya başladı. Kala kala üç dört kişi yalnız kaldıklarını fark edememişlerdi bile erkekliğin onda dokuzu kaçmak derler ya bunlar kaçmayı bile fırsat bulamayan onda birlik zavallı azınlıktı. Haliyle mahalleli adına tüm dayağı afiyetle yediler. Bu günden sonra kimse uğraşmadı, yakalanan efendi gibi dayağını yedi. Hatta numaradan uçmalar, düşmeler, hatta figürasyon bile öğrenmişlerdi.
Günler artık böyle geçip gidiyordu. Derken Murtaza bir gün ağır bir araba
kazası geçirdi. Hastanede yatmış, taburcu olmuş, ev süreci başlamıştı. Ayağı
topal, kolu işlevsizdi. Yanda evde muhtarın evi vardı. Muhtarı da çekiniyordu
Murtaza’dan fakat bu sakatlık hali onu biraz yumuşatmış, en azından iyileşene
kadar dizginlemişti. Yine de kükreyip sağa sola bağırıyordu fakat tam
kaynamamış kaburga kemiklerinin acısını saçının ucuna kadar hissediyordu.
Muhtarın felsefe öğrencisi bir
yeğeni vardı, Ufuk. Bazı hafta sonları dayısı alır getirirdi. Bu haftada
gelmişti. Yanında da Sefer isimli bir arkadaşı vardı. Sefer taşralı tuhaf bir
çocuktu. İlk kez gördüğü şehir yaşantısı onu çok etkilemişti. Bir de buna
okuduğu felsefe bölümünün karışık düşünce dünyası da eklenince çok değişik biri
olmuştu. Bir nevi köy kent karışımı bir gençti. Aklı ve saflığı bu sentezi
oluşturuyordu. Yeni bir dünya bulmuşçasına sarıldığı bu çevre aslında geldiği
köyün biraz daha imarlı olanıydı. Sefer sıyrılamadığı taşra şivesi ve
saflığından kurtulabilmek için; çok daha fazla konuşurdu. Yabancı terimlere
boğduğu Türkçesiyle ne dediği iyice belli olamamaya başlamıştı.
Yemek sonrası Muhtar köşesine
oturdu. Cebinden baba yadigârı tabakasını çıkardı, bir sarma tütün çıkardı,
yaktı. Derin bir nefes çekti. Tam bu arada kapı çalındı. Hiç istemediği şeydi
yeğeni ve arkadaşının yanında Murtaza’nın da gelmesi. Muhtarın hanımı kapıyı
açtı. Murtaza girmeden üzerindeki kar tanelerini silkti. Selam verdi girdi
içeri. Tanışmalar konuşmalar derken sohbet başlamıştı. Muhtarın çocukları
uyarma fırsatı da olmamıştı. Neme lazım çok konuşmasınlar bizimkinin yanında
diye içinden geçirdi. Tabi seferi durdurmanın imkânı mı var. Tuhaf sözler,
karışık cümleler anlamsız şeyler anlatıp duruyordu. Bi ara konu kontrolden
çıkıyor ne dediğini kendi de anlamıyordu. Murtaza bir garip hipnotize haline
bürünmüştü. Seferin dudak hareketlerini baygın bir akvaryum balığı gibi izliyordu.
Muhtar Ufuk’a baktı “ne oluyor der gibi” Ufuk’sa bilmem der gibi dudağını
büktü. Gülüştüler. Sefer dinlendiğini anlayınca yabancı kelimeler, isimler,
teoremler, derken Murtaza’yı bir nevi zihin kontrolüne almıştı. Gece bitti
yataklar serildi. Murtaza bir buda heykeli gibi kalakalmıştı. Ne kalkabiliyor
ne gidebiliyordu. Çok zaman sonra şaşkın, karmakarışık bir halde kalktı tek
kelime etmeden kapıyı çarpıp evine doğru gitti. Her ne kadar sıkıcı bir akşam
olsa da olaysız bir gece muhtarı rahatlatmıştı.
O geceden sonra Murtaza bir tuhaf oldu şahin bakışları gitmiş şaşkın gözlerle dünyayı inceliyordu. Kimseye karışmıyor; sakin, sessiz mahalleden geçiyordu. Çok sonra bir zaman Ufuk ve Sefer yine bir ikindi vakti ellerinde kitaplar mahalleye geldiler. Tam kahve önünde Murtaza ile karşılaştılar; Murtaza önünü ilikleyip sefere selam verip suçlu suçlu uzaklaşınca kahvedekiler dehşetli bir kaçışmayla bağrıştılar
-kaçın ağalar kaçın Murtaza bile bundan korkuyorsa eli nasıl ağırdır
köpoğlunun!
29 08 2016 19:44 U.K.
29 08 2016 19:44 U.K.
Yorum Bırakmak İster misiniz?