Ağrı Nedir? Ağrı Çeşitleri Nelerdir?Ağrının Tarihçesi
Ağrı Nedir? Ağrı Çeşitleri Nelerdir?Ağrının Tarihçesi
Ağrı, insanoğlu varolalıdan beri tıptaki temel sorunların başında gelmektedir. Hasta çoğu kez ağrısı olduğu için hekime başvurur. Yani ağrı hastayı hekime başvurması için bir uyarı işlevi görür. Bu işlevin yanısıra bir çok ağrı çeşidi; örneğin, başağrıları, bel ağrıları hastayı işinden gücünden alıkoyan, kişisel ve toplumsal yaşamını etkileyen önemli bir etken olarak bir hastalık olarak karşımıza çıkar. Yani ağrı, hem bir takım sistemik hastalıkların başka belirtileriyle birlikte ortaya çıkan bir bulgu, hem de başlıbaşına bir hastalıktır.
Ağrı, özellikle süreğen (kronik) ağrı toplumsal bir sorun olarak da karşımıza çıkmaktadır. ABD'de yapılan bir araştırmaya göre her yıl ağrı yüzünden 700 milyon işgünü kaybı ve 60 milyar dolar zarar meydana geldiği tahmin edilmektedir. Çünkü çoğu kez hastayı işinden gücünden alıkoyan temel neden altta yatan bozukluktan çok ağrıdır. Yani ağrı başlıbaşına bir hastalıktır.
Ağrı ile ilgili bilimsel çalışmalar özellikle son 20 yıl içerisinde büyük ivme göstermiştir. Vücutta ağrının oluşma biçimi, çeşitli organların ağrıya katkısı ve beyin ve omurilik düzeyindeki mekanizmalar konusunda önemli adımlar atılmıştır.
algolojinin doğmasına yol açmıştır. Dünyanın bir çok ülkesinde kurulan ağrı klinikleri ve araştırma laboratuvarları ağrı ile ilgili araştırmalar sürdürmekte ve hastalara hizmet vermektedir. Dünyadaki bu gelişmelere koşut olarak ülkemizde de çalışmalar sürdürülmektedir. Ülkemiz algolojinin bilim dalı olarak kabul edildiği ülkelerin başında gelmektedir.
Bu yazının temel amacı insanı belki de en çok rahatsız eden bulgu olan ağrının nasıl ortaya çıktığını, geliştiğini, kişisel ve toplumsal etkilerini ortaya koymak, okuyucuyu yönlendirmektir. Tıptaki her bir hastalık, her bir bulgu binlerce sayfalık bir bilgi birikiminin, yüzyılların deneyiminin süzgecinden geçerek değerlendirilmektedir. Bu nedenle amacımız yalnızca aydınlatmak ve doğru yönlendirmektir.
AĞRININ TARİHÇESİ
Ağrı insanlığın var olduğu günden beri süregelmektedir. Tarih öncesi dönemin insanı ağrı ve acılarını dindirmek için içgüdüsel davranışlarda bulunurdu. Acıyan, ağrıyan yerlerini dere ve göllerin soğuk sularına daldırır ya da güneşte kızdırılmış taş parçalarını ağrıyan bölgenin üzerine koyarak ağrısını dindirmeye çalışırdı.
Çoğu kez ağrı, dinsel inançlarla da açıklanmaya çalışılırdı. Kişi ağrısı ile başa çıkamadığında kabilenin büyücüsüne başvururdu. Ya da çoğu Anadolu Uygarlıklarında olduğu gibi Büyük Ana'ya koşardı. İnsanın canı yandığında hâlâ "anacığım" diye bağırması belki de o günlerden kalan bir alışkanlık olsa gerek.
Dinsel inançların, sihir ve büyünün ağrılı hastaların tedavisinde de kullanıldığı bilinmektedir. Ağrıyı kovmak, korkutmak için ejderha, canavar heykelcikleri, dövmeler kullanılırdı.
Bu gelişmeler ışığında ağrı, artık tıpta yeni bir bilim dalının, algolojinin doğmasına yol açmıştır. |
"- Ulu Tanrı Adem'in derin bir uykuya dalmasını sağladı. Uyurken kaburgalarından birini çıkardı. Yarayı tekrar kapattı."
Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz, Polonya ve Rusya'da prehistorik dönemle ilgili kazılarda çok eski dönemlere ait kafataslarında trepanasyon (kafa kemiğinin delinmesi) işlemine rastlanmaktadır. Bugün bile çok şiddetli baş ağrılarında ilkel toplulukların trepanasyon uyguladığı bilinmektedir. Örneğin İran'ın Zağros Dağları'nda yaşayan Bahtiyari aşireti arasında trepanasyon yöntemi hâlâ sürdürülmektedir.
Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya'da I.Ö. 7. yüzyılda Asurbanipal zamanında kurulan kütüphanede ele geçirilen Î.Ö. 2250 yıllarına ait çamur tabletlerde diş ağrısına karşı bir reçeteye rastlanmıştır. 250 bitkisel, 120 mineral ve hayvansal ilaç içeren Mezopotamya kodeksinde ağrı giderici olarak mandragora ve afyondan, uyku verici olarak belladona (güzelavrat otu)'dan söz edilmektedir.
I.Ö. 2000 yıllarına ait olduğu sanılan Smith papirüslerinde kalp,bütün organların merkezi olarak kabul ediliyor ve ağrının büyük travmalar ve doğal olaylara bağlı olduğu belirtilmekle birlikte fizyolojik ve anatomik özellikleri mistik düşüncelerle açıklanmaya çalışılıyordu.
1873 yılında Ebers tarafından bulunan ve Î.Ö. 1550 yıllarına ait olan papirüste sıralanan 700 reçete arasında uyuşturucu olarak afyon ve banotundan söz edilmektedir.
I.Ö. 4000 yıl öncesine dayandığı tahmin edilen Eski Hint'in en eski kutsal kitabı Rig Vera'da çeşitli bitkisel ve hayvansal kaynaklardan elde edilen ve bugün bile kullanılan analjeziklerden söz ediliyordu.
Çinliler tarafından bugün bile ileri sürülen düşünceye göre dünya ve vücut denge halindedir. Bu iki dengeleyen güce Yin ve Yang adı verilir. Yang erkeklik, ışık, ısı, saldırganlık ve gücü; Yin dişilik, karanlık, soğuk, pasiflik ve zayıflığı simgelemektedir. Buna göre dünya beş öğeden meydana gelir. Toprak, su, ateş, ağaç ve metal. Buna koşut olarak vücutta da beş önemli organ vardır. Kalp, akciğerler, karaciğer, dalak ve böbrekler. Çin felsefesine göre ağrının belirli bir merkezi yoktur. Yang ve Yin dengesinin bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkar.
Eski Yunan'da çeşitli analjeziklerin kullanıldığı mitolojik öykülerden ve Homer destanlarından anlaşılmaktadır. İ.Ö. 9. yüzyılda yaşayan Homer'in Odisea destanında Zeus'un kızı Troya'lı Helen, bütün ağrı ve acılarını dindirmek için şarabına ilaç koymaktadır. Bu ilacın belladona özelliklerine sahip mandragora bitkisi olduğu sanılmaktadır.
Eski Yunan'da tıptaki ilk önemli isim Alcameion (I.Ö.500) beyni sinir sisteminin merkezi olarak göstermiştir. Bu görüş daha sonraları Anaxagoras, Diogenes, Democritus tarafından da desteklenmekle birlikte yaygın taraftar bulmamıştır.Dönemin en güçlü ismi Aristo (I.Ö. 384-322) De Partibul Animalius adlı yapıtında ağrının deriden kaynaklandığım ve kan damarlarıyla kalbe taşındığını ileri sürmüştür.
Democritus (I.Ö. 460-362) dünyadaki ateş, hava ve suyun sürekli değişen elementlerden oluştuğunu ileri süren Unlu "atom" teorisini geliştirmiştir.
Atom teorisini ağrıya uygulayan Democritus'a göre ağrı vücuttaki keskin partiküllerin hızla hareket ederek normal atomları rahatsız etmesine bağlıdır.
I.Ö. 460-360 yıllan arasında yaşayan Hippocrates ağrıya özel bir önem vermiştir. "Divinum est opus sedare dolorem" -ağrı dindirmek tanrı sanatıdır- sözü bugün de söylene gelmektedir.
Plato (I.Ö. 427-347) ağrının yalnızca çevrenin uyarılarıyla değil, kişinin ruhsal durumu ile de ilgili olduğunu ve vücut armonisinin bozulmasına bağlı olduğunu ileri sürmüştür.
Tarihte en aydınlık çağlardan birisi Büyük İskender dönemidir. Bu dönemde General Ptolemi önderliğinde anatomi ve fizyolojide önemli çalışmalar yapılmış ve büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Kadavralar üzerinde yapılan çalışmalarla atardamar ve sinirler birbirinden ayırt edilmiş, sinirlerin omurilik ve beyinden çıktığı gösterilmiştir. Bu dönemde Herophilius (I.Ö. 335-280) ve Erasistratus (I.Ö. 310-250) beynin sinir sisteminin bir parçası olduğunu ve sinirlerin hareket sinirleri ve duysal sinirler olarak ikiye ayrıldığını ileri sürmüşlerdir.
İmparator Neron ve Vespasien'in ordularında hekim-eczacı olarak çalışan Dioscorides I.S. 77 yıllarında yazdığı Materia Medica adlı yapıtında afyon, banotu ve baldırandan yaptığı mercimek tanesi büyüklüğündeki haplardan sözetmektedir. Celcius (I.S. 3-64) 8 ciltlik De Re Medicina adlı yapıtının 5. bölümünde ağrıların dindirilmesi için banotu, tilki üzümü ve adamotu kullandığını bildirmektedir. Celcius ağrının yangıya (inflamasyon) bağlı olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür.
Fizikçi ve filozof Galen (I.S. 130-201) yaptığı ayrıntılı çalışmalar sonucu merkezi ve periferik sinir sisteminin
önemini vurgulamıştır. Yeni doğan domuzlarda omurilik üzerinde yaptığı çalışmalarda sinirleri üçe ayırmıştır. Yumuşak duysal sinirler, sert-motor (hareket) sinirleri ve aşırı duyarlı ağrı sinirleri. Bütün bu sinirlerin merkezi olarak da beyni tanımlamıştır. Galen'in merkez sinir sisteminin işlevi ile ilgili bu büyük katkılarına rağmen Aristo'nun kalbi merkez alan düşüncesi geçerliğini Ortaçağ da dahil olmak üzere yüzyıllar boyu sürdürmüştür.
Ortaçağ'da Hıristiyanlık skolastik dönemin karanlığına gömülürken İslam ülkelerinde tıbbın geliştiği görülmektedir, İslami tıbbı önceleri bu bölgede yaşayan Mezopotamya, Eski Mısır, Eski Hint ve İran'ın etkisi altında görülmektedir, İslam tıbbı özellikle Nasturiler'in Cundi Şapur ekolünün etkisinde kalmıştır. 5. yüzyılda İstanbul Patriği olan Nestorius'un görüşlerinden kaynaklanan Cundi Şapur ekolü bir çok eski yapıtı Süryanice ve Arapçaya çevirmiştir. Bu dönemin ilk yazarlarından Ebu Musa Cabir yapıtlarında kamfora, alkol, hint keneviri ve banotundan söz etmektedir.
Batılılar'ca Alkindus olarak tanınan Abu Yusuf Yakub ibn-i îshak Al Kindi, Materia Medica adlı yapıtında banotu, tilki üzümü gibi bitkilerin analjezik ve yatıştırıcı özelliklerinden söz etmiştir.
Dünyaca ünlü İslam düşünür ve bilgini İbn-i Sina (Avi-cenna) (I.S. 980-1037) 5 ciltlik ünlü Kanun adlı yapıtının 1. cildinde ağrı fizyolojisi ve tedavisine önemli yer ayırmıştır. İbn-i Sina'nın yaptığı ağrı sınıflaması bugün bile geçerliliğini korumaktadır. 1970'li yıllarda geliştirilen Mc Gill ağrı sorgulaması ve İbn-i Sina'nın ağrı sınıflaması arasında şaşırtıcı bir paralellik bulunmaktadır.
Batı tıbbı Ortaçağ karanlığında yalnızca Aristo ve Aqi-no'lu Thomas'ın görüşleriyle hareket etmiş, hiçbir bilimsel gelinmeye izin verilmemiştir. Bu dönem 8. yüzyılda Milano ve ('. yüzyılda Salermo'da açılan tıp okullarıyla sona erer. Rönesansla birlikte Batı, tıp yolunda önemli adımlar atmaya başlamıştır. Leonardo da Vinci bir çok konuda olduğu gibi insan fizyolojisi ile ilgili önemli araştırmalar yürütmüş,
Venntriküller, beyin sapı ve omurilik üzerinde yoğunlaştırdığı çalışmaların yanısıra özellikle periferik (çevresel) sinir sistemi ve işlevlerini incelemiştir.
Descartes (1596-1650) ölümünden 14 yıl sonra yayınlanan L'Homme (insan) adlı yapıtında ağrının beyne bağlanan çok ince lifler tarafından iletildiğini ileri sürdü.
Descartes'e göre ağrı teorisi.
Descartes'a göre çok ağrılı uyaranlar çok küçük partikülleri ateşleme görevi yapıyor, bir anlamda ağrıyı başlatacak ipi çekiyordu.
Descartes'e göre ağrı teorisi. Descartes'a göre çok ağrılı uyaranlar çok küçük partikülleri ateşleme görevi yapıyor, bir anlamda ağrıyı başlatacak ipi çekiyordu. |
1794 yılında Charles Darvin'in dedesi Erasmus Darvin ağrıyı tanımlarken; duyular normalden kuvvetli olduğunda, örneğin insan aşırı ışık, baskı, sıcak ve soğuğa maruz kaldığında, ağrıya yol açtığını ileri sürmüştü.
19. yüzyılda Bell ve Magendie omurilik ve omurilikten çıkan sinirlerin işlevlerini ortaya koydular (1811-1812). 1806'da Setürner opium alkaloidi olan morfini yalıtmayı başardı. 1832'de Robiqet kodeini kullanmaya başladı. 1844 yılında Cahours aspirinin de öz maddesi olan salisilik asidi söğüt ağacından yalıtladı.
Napoleon'un baş cerrahı Dominique Jean Larry aşırı soğuk nedeniyle donmuş askerler üzerinde ameliyat yaptığında çok az ağrı duyduklarını belirtti.
Yine 18. yüzyıl hipnotizmanın bilimsel anlamda doğduğu yüzyıl oldu. 1766'da Mesmer Viyana Üniversitesi'nden tıp doktoru unvanını aldı. Mesmer'e göre manyetik enerjinin başka vücutlara aktarılması mümkündü. Mesmer hekimler ve bilim adamları tarafından sahtekar damgası yemiştir. Yine 18. yüzyıl modern anestezinin gelişimine tanık oldu. İnsanlık anestezide bugün bile kullanılan gazlan bulan Priestley'e çok şey borçludur. 1771'de oksijen, 1772'de güldürücü gaz olarak bilinen azot protoksit bulundu.
Eter gazı 18 ve 19. yüzyıllarda gençlerin eğlence amacı ile kokladığı bir gazdı. 1842'de Crawford Long eter koklatılarak ağrısız ameliyat yapılabileceğini düşündü. Bir hastadaki uru eter koklatarak çıkardı. Daha önceleri hastalara yüksek doz viski verilerek ameliyat yapılırdı. Ancak Long bu başarının önemini kendi de kavramadı ve bu gelişmeyi yayınlamadı.
1844 yılında diş hekimi Wells azot protoksit ile diş çekimini başardı. Ancak topluluk önündeki denemede Wells başarısız kaldı. Wells'in bundan sonraki yaşamı başarısızlıklarla doludur ve sonunda yalnızlık içinde yaşamına son verdi.
1846'da Morton eter anestezisi altında diş çekimini gerçekleştirdi. 48 yaşında ölen Morton'un mezar taşında şunlar yazılıdır: "Anestezik inhalasyonu bulan ve uygulayan, ameliyat ağrılarını yok eden insan; ondan önce cerrahi can çekişmekteyken onunla ağrıyı durdurabilmiştir."
1847'de kloroform Simpson tarafından bulundu. Bugün bile bir çok ülkede tartışmalı olan ağrısız doğum kloroform ile başladı. Ağrısız doğumun ilk uygulandığı anne ise ünlü İngiliz kraliçesi Victoria idi. Bütün din adamlarının karşı gelmesine, bilim adamlarının kabul etmemesine rağmen kloroform anestezisi altında 1855 yılında 7. çocuğunu doğurdu. Olayın etkisi çok büyük oldu ve ağrısız doğum hem İngiltere hem Amerika'da halk tarafından kabul edildi.
1884'te Kari Koller ve Sigmund Freud lokal anestezi amacı ile kokaini kullandılar. 1899'da Dreser aspirini geliştirdi.
20. yüzyılın başı lokal anestezi için altın çağ olarak nitelendirilmektedir. Ağrı kontrolunda kullanılan sinir bloklarının tümüne yakını ilk 30 yıl içerisinde uygulanmaya başlanmıştır. 1898 yılında omuriliğe yakın bölgelere lokal anestezik verilmeye başlandı. 1905'te novokain bulundu. 1901'de Tuffier ağrı tedavisinde sinir blokunu ilk kez kanserli bir hastada kullandı. 1903'te Schloesser trigeminal nevraljide alkol blokunu uyguladı. Diğer bir çok tedavi yöntemi de ilk 30 yıl içerisinde bulundu.
Ağrı konusundaki çalışmalar özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında önemli gelişme göstermiştir. Savaş sırasında acı çeken hastalara yardım etmeye çalışan hekimlerin edindiği deneyimler bugün algoloji adını verdiğimiz ağrı biliminin doğmasında temel oluşturdu. Ağrı biliminin babası olarak kabul edilen İtalyan asıllı John Bonica 1946 yılında ABD'de ilk ağrı kliniğini kurdu.
1965 yılında ağrı mekanizması ile ilgili, geçerliliğini hâlâ büyük ölçüde koruyan "Kapı kontrol teorisi" Melzack ve Wall tarafından ileri sürüldü. 1974'te ise bugün 70 ülkeden 3000'in üzerinde bilim adamını bünyesinde toplayan Uluslararası Ağrı Araştırmaları Teşkilatı (IASP) kuruldu.
1977'de Synder isimli araştırmacı beyin ve omuriliğin belirli bölgelerinde morfin ve türevlerinin bağlandığı reseptör bölgelerini saptadı. 1978'de Yaksh bu kez vücudun morfine benzer maddeler salgıladığını ortaya koydu.
Ülkemiz 19. yüzyılın sonunda gelişmeleri önemli ölçüde izlemekteydi. Örneğin ilk topikal (yüzeysel) anestezi 1884'de Kari Koller tarafından Viyana'da uygulanmış ve 1885'te ülkemizde bu konuda bir makale yayınlanmıştır (Kokain, Ceride-i Tıbbiye-i Askeriye, 14:159,57-62,1885).
Lokal anestezi üzerine diğer örnekler Sabri Hüseyin'in 1891 tarihli Mübtel-i Hissi Mevzi-i, Besim Ömer Paşa'nın 1906 tarihli Stovain; Burhanettin Toker'in 1924 tarihli Pa-ravertebral Zerklerin Teşhis ve Tedavideki Kıymeti; Kâzım İsmail Gürkan'ın 1926 tarihli Bir İptali Hissi Şevki Arızası sayılabilir.
Ülkemizde ağrı konusundaki ilk yayınlar 184O'-lı yıllara dayanmaktadır. Ağrıya karşı kullanılan ilaçlar hakkındaki bilgiler C.A. Bernard tarafından 1844 yılında yayınlanan Pharmacopea, Cantrensis Ottomana isimli eserde mevcuttur.
1906 tarihinde Besim Ömer Akalın'ın Alam ve Evcaa Karşı; 1929 tarihinde Tevfik Remzi Kazancıgil'in Ağrısız Doğum; 1932'de Asım Onur'un Ağrısız Doğum Monografisi; İffet Onur'un 1939 tarihli Ağrı Fizyopatolojisi; Kemal Saraçoğlu'nun 1947 tarihli Başağrısı; Feyyaz Berkay'ın 1951 tarihli Intraktabl Ağrıda Kordotomi; Bülent Tarcan'ın 1956 tarihli Ağrı Cerrahisi adlı makale ve monografileri sayılabilir.
Ağrı, insanlığın başından beri varolan bir bulgu olmasına rağmen ancak son 20 yıl içerisinde başlıbaşına bir hastalık olarak ele alınmaya başlanmıştır. Ağrının yalnızca diğer hastalıkların bir bulgusu değil de başlıbaşına bir olgu olarak ele alınması ile birlikte önemli adımlar atılmaya başlanmış ve tıpta yeni bir bilim dalı, algoloji doğmuştur.*
* Ülkemizde Algoloji bilim dalı ilk kez 1990 yılında İstanbul tıp fakültesinde kurulmuştur.
Yorum Bırakmak İster misiniz?