MEVLANA İLE ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN TANIŞMASI
MEVLANA HAKKINDA Kİ YAZI DİZİSİNİN İKİNCİ KISMI: BU BÖLÜMDE MEVLANA'NIN HORASAN'DAN NEDEN GÖÇ ETTİĞİ, HANGİ ŞEHİRLERE UĞRADIĞI, BU YOLCULUKLAR SIRASINDA HANGİ ALİMLERLE TANIŞTIĞI, BİLGİ DİMAĞININ NASIL ZENGİNLEŞTİĞİNİ VE İLK OLRAK ŞEMS-İ TEBRİZİ İLE TANIŞMASI ANLATILIYOR.
HARİZM HÜKÜMDARI, RAHATSIZ, HATTA SIZLANMADA,
MOĞOLLAR ÇEKİRGE GİBİ ASYA'DAN BATI'YA DOĞRU YAYILMAYA BAŞLAMIŞLAR, ANADOLU’YA
KAPI AÇILMIŞ GÖÇMEKTEN BAŞKA ÇARE YOK...
Horasan’dan Konya’ya doğru Kona göçe İlerleyen
kervan, Şam ve Halep'te bir hayli durak yapar. Şam’da Mevlânâ birçok tasavvuf
ve islam bilginiyle tanışır. Derslerine devam eder, bilgi gömüsünü iyice
zenginleştirir Tebrizli Şems içinde duyduğu cezbelerle coşkularla yepyeni bir karakter
içine girmiştir. Mevlânâ da aradığını bulmuş, onu şeyhi olarak kabullenmiştir.
ONUN, Horasan’daki doğum tarihi olan 1207‘yılı,
rahmetli Abdûlbâki Gölpınarlı ve Tahran’da, Bediüzzaman Forûzan Fer, haklılığı
reddedilemeyecek bir görüşle dü- zeltmişlerdir. Mevlana'nın kendisi. Fihima-Fih
adlı eserinde, Harizm şahının Semerkand’ı nasıl aldığını anlatır. Onun bu gözlemleri,
olayları az çok kavrayacak bir yaşta bulunduğunu düşûndürüyor.
HORASAN Asya’nın güçlü uluslarından olan Türklerin
ve İranlıların doluştuğu, birbirleriyle kapıştığı, türlü Türk boylarının
ayrımlı iktidarları oluşturdukları yer. Uygarlığa elverişli kö- şelerden
biri... . İç denizi kurumuş, Hint, Moğol
ve Türk kalabalıklarının hem karşılıklı, hem birbirleriyle boğuştuğu bir
ortamdan, Karadeniz ve Ural kıyılarına sığınan Türk boylarının en çok doluştuğu
yer, işte bu Horasan yöresi. Orada Medler ve Farsların birleşerek kurduğu
devleti peş peşe ele geçiren, Irak sınırlarına kadar sarkan Arap halifelerinden
“Emir’ül Mü'minîn” (İman edenlerin en yücesi) sıfatlarını alan hep Türk boyları...
Türk, Arap ve Fars kültürleri yoğrulmuş. İran'ın 2500 yıllık bir tarihi var, İslâmdan
önce. Ama İslâmdan sonra o topraklarda hükümran olanlar hep Türk. Gaznelilerden
başlayarak Avşar, Harizmliler, Oğuzlar, Selçuklular, Atabekler, Akkoyunlular,
Karakoyunlular. Timur çocukları... Üç ayrı ulusun bilimleri karışıp İslam
mayasıyla mayalanmış... Renk, deri, soy
ayrımları unutulmuş ve görkemli bir Horasan kültürü doğmuş. Alparslan’ın
Malazgirt savaşından sonra eski adıyla Rûm ili olan Anadolu'ya, Tanrı rahmeti
olarak, birbirlerine yakın zamanlar içinde ayak basmış olan Hacı Bektaş-ı Veli’ler,
Yunus Emre’ler ve Mevlana’nın babası, bugünkü deyimle Ahmed Hatibi Hüseyin'in
oğlu Mehmet Bahaeddîn Veled’ler hep Horasan gülleridir.
Mevlana Celaleddin'in soyu, Horasan'ın Belh
kentindeki "Hatibi’ler yani Hatipgillerdir. Geçmiş yüzyılların bazı
tezkire yazarları, Mevlana'nın babasını Hazreti Ebû Bekir'e, anne soyunu da
Hazreti Ali'ye dayar. Ama bu kanıtlanmamıştır. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled,
İptidanâme'sinde; Eflâki dede de Mevlana’nın ölümünden az sonra kaleme aldığı "Menakıb-ı Sultan'üI
Ulema ve Hz.Mevlana ve Şems-i Tebrizi ve Sultan Veled” adlı eserinde bu
yakıştırmalara yer vermemiştir.
NEDEN GÖÇTÜLER?..
Horasan'da, o günlerde devlet yöneticisinin
başında Harizm hükümdarı Celaled- Sin Şah var. Mevlana'nın babası, "Bilginler
Sultanı” diye, namı Horasan’ı tutmuş islam kocası. Halk, camide va'zını
dinlemek için birbirlerini ezercesine yığılıyor. O geçerken yollar tıkanıyor.
Kendisine bir şeyler sorabilme uğruna ezilenler, bayılanlar oluyor. Kısaca bir
sevgi seli, Mevlana'nın,babasının önünden, ardından akıp duruyor. Harizm
hükümdarı, bundan rahatsız, hatta sızlanmada... Bu da geliyor Bahaeddin
Veled'in kulağına. günün birinde hükümdardan haber getiren bir çavuş, son damlayı
taşırmıştır "Celaleddin Şah diyor ki, bir kentte iki sultan olmaya!"
Doğunun, Kuran'da lanetlemesine rağmen bir türlü silkinip kurtulamadığı haset, çekememezlik
duygusu!. Hazret! Ali ne de- mişti:
—'“Haset, İmanı kemirir."
YAKLAŞAN BÜYÜK TEHLİKE
İnsanlığın
yüzkarası Moğollar, çekirge gibi
Asya'dan Batı'ya doğru yayılmaya başlamışlar. Kadın-erkek demeden öldürüyorlar.
Kitaplıklar yakılıyor. İnsanlar, onların atları arasında çiğneniyor. Horasan'a
gelmeleri de yakın. Anadolu’ya nasıl olsa kapı açılmış. Göçmekten başka çare
yok. Bir akşam, yer sofrasında, henüz on dört yaşlarındaki küçük Mevlânâ'nın da
bulunduğu bir aile topluluğu içine; Sultan’ül Ulema, bütün yakınlarını,
öğrencilerini, zorunlu çevresine toplayıp kararını bildiriyor —"Gayri
seferdi Yarın, gün doğarken yola çıkıyoruz. Bütün hazırlıklar yapılsın."
Yıl 1221 ’dir. Küçük Mevlâna, gerçeğe yakın bir olasılıkla 17-18 yaşlarındadır.
Babasından, küçük bedeninin üstünde taşıdığı başına birçok bilgiler
sıkıştırmıştır. Yolculuk planları şöyle: Bağdat, Şam, Halep ve sonra da Anadolu
Selçuklularının topraklarına, yani Türk kardeşlerinin ülke sine yerleşmek.
Mevlâna ve babası Nişâbûr'dan geçmekteler. Karşılarına Fars edebiyatının büyük
tasavvuf ustası ve büyük ozanı Ferideddin Attar çıkıyor. Önde babası, arkasında
Mevlana... Tanışıyorlar. Mevlana’daki zekâyı, bilgiyi gören Attar, ona hem Esrarname
adlı kitabını armağan ediyor, hem de babasını uyarıyor
—"Senin oğlunda dünyayı yakacak bir ateş
var."
Mevlana’da Farsça var, Arapça var. Çeşitli Türk
boylarının ve Moğolların dilleri var ve de Yunanca. Bağdat'tadırlar. Kafilenin
önünde, yine baba-oğul. Yolda bir rastlantı daha büyük Arap tarihçisi, bilgini
ve tasavufçusu Muhyiddin el Arab! ile tanışıp bir köşede sohbete da- lıyorlar.
Yolda. Sultan'ül Ulema'yı, arkada; Mevlana’yı da önde giderken görmüş olan bu
büyük bilgin, kendini tutamaz:
—"Hey
gidi hey! Küçük bir nehir, koskoca bir denizi önüne katmış gidiyor!"
Bağdat'ta, bu yeni yol konuğu ile de bir hayli
dostluk günleri, buluşmaları olur. Mevlânâ ve babasının. Babasından, tûm bilgileri
alıp beynine sindirmiş olan Mevlânâ'nın, bu büyük bilginden de çok şeyler
aldığını tezkireler titizlikle yazıyor.
VER ELİNİ HALEP, ŞAM VE ŞEMS
Kona göçe İlerleyen kervan. Şam ve Halep'te bir
hayli durak yapar. Kâbe'yi ziyaret görevini de yerine getirirler. Şam'da
Mevlânâ, birçok tasavvuf ye İslam bilginleriyle tanışır. Derslerine devam eder.
Bilgi gömüsünü iyice zenginleştirir. Ve bir gün Şam çarşısında, baba-oğul
yürürlerken karşılarına saçı sakalı birbirine karışmış, boynundan göbeğine
kadar uzanık bir çamaşır ipliğine bağlanmış, koskoca bir anahtar olduğu halde
Şems karşılarına çıkar, Mevlânâ'yı kolundan çeker göz göze geldiklerinde
Mevlânâ şaşkınlaşır ve Şems’in gözlerinden gözlerini ayırmazken ötekinin eli
Mevlana’nın omuzuna kuvvetlice değer ve bu acayip kılıklı adam delice bir
haykırışla seslenir:
—"Ey
dünya sarrafı! Beni tanı!"
Şems kaybolup gitmiştir, ama delikanlılık
dönemini aşmak üzere olan Mevlana'da şaşırmıştır, kendini kaybetmiştik hali
belirir, hemen babasına döner:
—"Babacığım, bu adam kim?"
—"Vallahi oğlum, kılık kıyafeti sufilere
benzemiyor. Bilim adamı hali de yok. Ama beni de etkiledi."
Soruşturdular. Bir manavdan şu ilginç bilgiyi aldılar.
—"Biz
de kim olduğunu öğrenemedik. Bazı günler geliyor. Kuzukulağı ve ona benzer
otlar satın alarak odasına dönüyor. Gece yarıları, bazı sabah saatlerine kadar
ağlıyor, inliyor, feryat ediyor. ‘Kolların nerde, kol- ların nerde ya Rab!'
diye haykırıyor."
Şems hakkında çeşitli kaynakların verdiği
bilgiler pek az, uydurulan masal karakterli olanlarsa pek çok. Onların
kanıtlanmış olanlarına inelim. Şems, Tebrizli bir Türk. Çocukluk yılları ana ve
babası hakkında hiçbir sağlam bilgimiz yok. Ama yaşamı boyunca tekkelere hiç adım
atmamış, değer vermemiş birisi. Gittiği yerlerde, ya kiraladığı bir odada tek
başına sessiz yaşıyor. Ya da hanlarda yatmayı yeğliyor. Kılığı kıyafeti
ticaretle uğraşan bir adamın kılığı sanki. Bir kentten öteki kente dolaşıp
duruyor. Bazı kez yüzünü insanlardan kaçırmak için örtüyor. Onu tanıyanlar
Şemsi Parende diye ad takmışlardır çok dolaştığı için. Bizde ansiklopedik
sözlük sahibi Kamûs' üI A'lam'ı yazan- Şemseddin Sami Bey bile onu tasavvuf
ehli ve Mevlana'yı irşad eden kişi olarak gösterirse de pek çok Fars
kaynakları. yaşamı hakkındaki söylentileri yalanlamışlardı. Tam tersine tasavvufçulara,
tekkelere toplananlara karşıs4evgisizliği bulunan Şems'- in kesin olarak bilinen
bir öyküsü var Ebû Bekr-i Selebal adındaki bir dervişe, bir sûüre bağlanmıştır.
Makalat adlı kitabında, kendisi bunu itiraf ederken şunları ekler: "Bende
bir hal vardı. Şeyhim olgun kişi idi. Bendeki o hali göremiyordu. O yüzden şeyh
aramak için yollara düştüm, nihayet Mevlana’yı buldum."
Yine Makalat'ından anlıyoruz ki, onda Melamilik neşesi
var. Horasan'da, Türklerin oluşturduğu bu tarikatta usul, erkân yok. Bir takım
simgeler, işaretler yok. “Ben Melami’yim" dedin mi Melamif olmuşsundur.
ŞEMS'İN
BİLİNMEYEN BİR KİTABI
Manisa'da Kültür Bakanlığı'nın İl Halk
Kütüphanesinde (Kitap Sarayı) Tebrizli Şems’in, bugüne kadar bilinmeyen, hiçbir
araştırmacın ortaya çıkaramadığı bir eserini buldukkitaplıkta 7997 sayı ile
kayda geçmiş olan bu eser. Şems'in Farsça Kuran yorumudur. Yine aynı kitaplıkta
1647 sayı ile kayda geçmiş bir mecmua içinde, “Risale-i Tevhid-i Şems-i
Tebriz!” adlı eserin olması gerekirken, yazık ki sıra, tam bu esere geldiğinde,
eli kopası biri tarafından risâlenin mecmuadan koparılıp alındığını saptadık.
Demek, biri. Farsça Kuran yoru mu olan ve fotokopisini sunduğumuz eser bir
ötekisi de kelime-i tevhid açıklaması olarak iki eserin sahibi olduğu ortaya
çıkmış oluyor. Böylece Şems'in Arapça ve Farsçayı hükmü altına alabilecek kadar
güçlü olduğu, İslâmî, Kurân'ı kelime-i tevhid i açıklayışıyla da İslâm
bilgisinin sağlamlığı ortaya çıkmış oluyor. Tebrizli Şems, bu sağlam bilim
hayatını sürdürdükten sonra içinde duyduğu "cezbe'lerle, çoşkularla
yepyeni bir karakter içine girmiştir. Tekkelere, şeyhlere, sınırlara sığmayıp
taşmış ve Mevlânâ ile Konya da tanıştığı zaman, coşkuyla. müzikle* dönüp duran,
kendisini Hak'ta kaybedeni bir Allah delisi olmuştur.
Mevlana'da aradığını bulmuş, onu şeyh olarak kabullenmiş,
Mevlânâ da onda bulduğu bu, insanı Allah katlarına uçurucu coşkuyla, yanmasını,
insanlığı yandıracak, ateşlere boğacak şiirlerinin doğmasını hazırlamıştır.
Kudüm ve ney sesleri arasında kendilerini
kaybetmiş olarak dönerler...
Milliyet Gazetesi 12.12.1990 sayfa 13 Bilge İnsan ve Allah Tutkunu Mevlana Yazan:Rüştü Şardağ
DÜŞÜNMEK VE PAYLAŞMAK DİLEĞİYLE...
Yorum Bırakmak İster misiniz?