KAMYON: KAÇIŞ RAMPASI
Otobüs tüm heybetiyle Toros’ları tırmanıyor, yolcular otobüs
içinde rahat huzurlu ve serin yolculuğun tadını çıkarıyordu. Her koltuğun
arkasında televizyon… İsteyen televizyona bakıyor, isteyen manzaranın tadını
çıkarıyordu. Pozantı yaz vakti ayrı bir güzeldi. Boz dağlar sanki yekpare bir
kaya parçası gibi göğe yükseliyordu. İçinde eşit aralıklarla serpilmiş çamlar
vardı.
Mahmut’un babası kamyoncuydu. Babasıyla birlikte bu yolları
defalarca kez gidip gelmişti. Yürüme hızında çıkıp indiği yokuşları, çevredeki
evleri barakaları hatta ağaçları bile ezberlemişti o zamanlarda. Ama
şimdi otobüs o kadar hızlıydı ki insan bu süratle ayrıntılara takılamıyordu.
“Bazen yavaş olmak iyidir.” derdi içinden. Hayat hızlandıkça konfor artıyor
fakat insan çevresine ve hayata uzak bir makine oluveriyordu. Yol öyle hızlı
akıyordu ki… Bu yolculuk özeti çıkarılmış bir kitap gibi lezzetsiz ve boştu.
Anlamsızca geçtiği yolları hayaller kurduğu evleri ağaçları hatırlamaya çalışıyordu.
Şimdi yanında kızı vardı. Küçük kız, ilk yolculuğunun mutluluğu ile hayran
hayran bu hayaller ormanına akıyor; ara sıra babasına bakıp mutlu bir gülücük
atıyor, kaldığı yerden düşlerine devam ediyordu. Yedi yaşında bir çocuğun
gözünde her yerde bir hayal, her yerde oyun vardı. Yaşadığı yer yemyeşil doğa
harikası bir yerdi. Yine de bir çocuk için ilk yolculuklar hayallerle dolu bir
kervan gibidir. İnsan kaç yaşına olursa olsun, ilk kez gördüğü yerde
çocuk olduğunu, genç olduğunu hayal eder. Konya Ovası düzlüğünde bile sadece
saklambaç oynayamacağını düşünür. Babasına buradaki çocukları sordu. Babası
gülümsedi. Babası hiç oyun oynamamıştı. Evin tek çocuğu olması ona yarar
sağlamamıştı. Aksine babasının tek yardımcısı olmuştu. Evin yükünü babasıyla
birlikte omuzlamıştı. Ne top oynayabilmişti ne de saklambaç. Babası tarlayı
satana kadar tarlada babasıyla ırgatlık yapmış, tarla satılınca da babası eski
bir kamyon almıştı. Babasıyla birlikte tatillerde uzun yolculuklara çıkmıştı. Tüm
çocukluğu hayalsiz, umutsuz iki dünya arasında geçmişti: çocukluk ve
yetişkinlik
Otobüs tırmanışını bitirdikten sonra aynı tehlikeli virajları
bu sefer de bir yılan gibi kıvrılarak iniyordu.
Yol kenarında kaçış rampaları vardı. Kız babasına "Baba kaçış rampası
ne?" dedi Mahmut gülerek "Freni tutmayan kamyonlar buraya kaçar
yavrum." Dedi.
-Freni tutmayan kamyon olur mu?
-Olur yavrum.
Kız tekrar yola daldı.
Mahmut da bu soruyla geçmişine daldı.
Bundan neredeyse yirmi sene önce, ağustos sıcağı taşı çatlatacak
gibiydi. Mahmut ve babası Dodge marka eski kamyonlarıyla güç bela Pozantı
yokuşunu tırmanmış ve sonunda inişe geçebilmişlerdi. Tabii inişi de kolay
değildi ama en azından zor aşama atlatılmıştı.
Mahmut 16 yaşındaydı o zamanlar. Babası şoförlüğe alışsın diye
otobanda oğluna kullandırıyordu kamyonu. Kendisi de arada rahat olmasa da uyku
fırsatı yaratıyordu. Babası Mahmut’u “Birinci viteste ineceksin.” diye tembihlemişti.
Sonra sakin, derin bir uykuya dalmıştı. Mahmut’un esmer yüzünden ter damlaları
akıyor, yokuş aşağı neredeyse yürüme hızında iniyordu. Uzunca bir süre böyle
gittikten sonra Mahmut babasına baktı. Top atsan uyanmazdı. "İkinci vitese
çeksem ne olur ki?" dedi içinden. Hem kamyon biraz rahatlar, hem de içeri
azıcık rüzgâr girer, diye düşündü. Arabayı usulca ikinci vitese çekti. Azıcık
da olsa bir esinti olmuştu. Fakat araba gitgide hızlanıyor. Devir yükseldikçe
arabanın bağırtısı arttıkça artıyor, motor sesi dayanılmaz bir hale geliyordu. Arabayı
üçüncü vitese çekip bir yandan da frene basıyordu. Babası
uyandı. Uyandığında araba iyice hızını almıştı. Ensesine öyle bir
tokat patlattı ki… Mahmut’un gözlerinde şimşekler parlamıştı. Bir yandan frene
basıyor, bir yandan babasının peş peşe tokatlarını ensesine yiyordu. Tokat
geldikçe gözlerinde yıldızlar uçuşuyordu. Babası "Frene bas!" diye
bağırdıkça bağırıyordu. Frene öyle bir gerilerek basmıştı ki neredeyse pedalı
kıracaktı. Aracın bir yandan balata sesini bir yandan da motordan
patlamışçasına çıkan homurtuyu duyan araçlar kendini yol kenarına zor atıyordu.
Babası bir yandan sövüp sayıyor bir yandan sinirlendikçe tokat yapıştırıyordu.
Terli ensesine tokat geldikçe ter su zerrecikleri gibi havaya uçuşuyor, camda
küçük çisentiler bırakıyordu. Neyse ki yokuş bitmiş düzlüğe gelmişlerdi. Fakat
balatalar öyle ısınmıştı ki… Babası bu sefer de "Bas oğlum aman yavaşlama,
diyordu. Polis molis deme durmak yok önüne çıkan köpoğlunu ez!" diyordu.
Gişelere yaklaştılar. Yanlarında bozuk yoktu. Azıcık yavaşladılar gişeden
geçerken parayı gişe memuruna fırlatıp bastılar gaza. Normalde yokluktan durup
bir yerlerde üç kuruş para verip çay içemezlerdi. Fakat 50 bardak çaylık parayı
bırakıvermişlerdi arkalarında. Konya’ya kadar hiç durmadılar. Sonra babası
gönlünü aldı Mahmut’un. Fakat Mahmut o günden sonra kamyonculuğa tövbe etti. Ne
yola çıktı. Ne de kamyona baktı. Şimdi işleri yolundaydı gün o olayı yaşamasa
beklide şu an hala ömrünü yollara adamış bir kamyoncu olacaktı. Gözü hızla akan
yola, ağaçlara, tabelalara ilişti. Otobüs yüz on kilometre hızla Pozantı’dan
aşağı güvenle iniyordu. Kızına baktı, kız mutluydu. Kendisi de mutluydu.
Gerildi, koltuğu yavaşça arkaya yatırdı. Kafasını yasladı gözleri yavaş yavaş
kapanıyordu. Rahatça uykuya daldı. Yirmi sene önce babasının
uyuduğundan daha rahat serin ve güvenli bir uykuya.
Yorum Bırakmak İster misiniz?