Header Ads


XVIII. YY OSMANLI GELİN HAMAMLARI


GELİN HAMAMLARI

Şark Mektupları adlı eseriyle dünya edebiyatına bir şaheser kazandıran İngiltere’nin Türkiye Büyük Elçisi Montegü'nün karısı Leydi Montegü, İstanbul’un her köşesini dolaşmış, padişah saraylarından en mütevazı Türk evlerine kadar giderek tetkiklerde bulunmuştur. Burada okuyacağınız yazı, şöhretli muharririn 18 inci asır İstanbul hayatına ve bir gelin hamamında yapılan merasime ait, çok meraklı ve harikulade güzel parçaları ihtiva etmektedir.
Yazan; A. CEMAL ERKSAN


Üçüncü Sultan Ahmet zamanında Osmanlı saraylarının ve saray kadınlarının ihtişamını, İstanbul’un güzelliklerini ve İstanbul kadınlarının yaşayışlarını en güzel tasvir eden Leydi Montegü olmuştur. İngiltere’nin İstanbul Eloisi Montegü'nün karısı olan Meri Montegü, İstanbul hayatını o kadar güzel canlandırmıştır ki onun yazılarını okurken Onsekizinci asırdaki İstanbul, derhal gözünüzün önünde tekmil renkleri, ihtişamı ve güzellikleriyle bir tablo halinde canlanır. Bilhassa saray haremine giren ve sultanlarla ahbaplık tesis eden bu güzel İngiliz kadını, İstanbul’da kaldığı bir sene zarfında (1717-1718) İngiltere’deki dostlarına yazdığı meşhur mektuplarıyla o devirlerin İstanbul’u hakkında çok kıymetli vesikalar bırakmıştır. Leydi Montegü İstanbul’a geldiği zaman Üçüncü Ahmet, saltanat sürüyordu. Veziriâzam da Nevşehirli İbrahim Paşa idi. İstanbul’un meşhur Lâle Devrine rastlayan bu yıllarda herkes Sâdabât ve Çırağan Saraylarında coşmuş, neşe ve sefahat içinde emsalsiz bir hayat yaşıyordu. Bir taraftan İbrahim Paşa diğer taraftan şair Nedim Lale devrinin sefahatini yaşarken bu güzel İngiliz sefiresi de Boğaz sahillerinin güzelliklerini, bin bir çeşit güller ve Lâlelerle süslenmiş Türk saraylarını harikulade güzel görüşleriyle tarihe mal ediyordu. Leydi Montegü İstanbul’da bir sene kaldı ve bu müddet zarfında Fransız elçisinin karısıyla İstanbul’un her köşesini dolaşarak, İngiliz edebiyatında pek büyük bir şöhret kazanan meşhur mektuplarını yazdı. Bu mektuplar ölümünden sonra (1762) dostlarından bir kadın tarafından neşredilerek dünya tarih ve edebiyatına mal edilmiş oldu. İstanbul’u gezdiği sıralarda bir gelin hamamını şu harikulade güzel satırlarla tasvir ediyor:

18. YY. Türk hamamlarının tasviri yapılmış bir tablo.
İstanbul’da teneffüs olunan havaya tattığım ve söylenen lisanı öğrendiğim için buradan pek hoşlanıyorum. Her gün İstanbul sokaklarını çarşafla dolanıyorum. Memnuniyetle şunu itiraf edeyim ki, Türk kadınları dünyanın bütün kadınlarından daha geniş bir hürriyet içinde yaşıyorlar. Burada ömürlerini hiçbir kayıtla mukayyet olmadan, mütemadi eğlencelerle geçiren insanlar varsa onlar da kadınlardır. Bütün işleri komşuya gitmek, hamama girmek, bol bol masraf etmek, daima yeni yeni modalar icat eylemektir. Karısından en ufak bir iktisat talep eden bir kocaya «deli» nazariyle bakılıyor. Hulâsa, parayı kazanmak kocanın, israf etmek de kadının vazifesi. En âdi tabakaya mensup kadınlar bile bu kaidenin dışında kalmıyorlar. Sırtında işleme çevre satan ufak bir esnafın karısı bile sırmasız esvap giymiyor. Onun da çeşitli kürkleri, başını süslemek için bir elmas takımı var. Gerçi Türk kadınlarının hamamdan başka birleştikleri yer yok ve buraya erkekler giremiyorlar, fakat burada da kadınlar pek güzel eğleniyorlar. Üç gün evvel, şehrin en güzel hamamlarından birine merak edip gittim. O gün hamama yeni bir gelin gelecekmiş. Bu münasebetle yapılan merasimi büyük bir zevkle seyrettim. Yeni akrabalık tesis eden iki ailenin dostları, akrabası, hattâ tanıdıkları, hep hamama geliyorlar. Birçokları da seyir için bulunuyorlar. Hulâsa o gün hamamda iki yüze yakın kadın vardı. Kadınlardan evli bulunanlarıyla dulları hamam dairelerinin kenarlarındaki mermer setlerde oturdular. Kızlar çarçabuk, soyundular. Yegâne örtüleri inciler ve kordelâlarla süslü uzun saçları olduğu halde çırçıplak meydana çıktılar. İçlerinden ikisi yeni gelini karşılamak için kapıya doğru gitti. Gelin, anası ve akrabasından biri vasıtasıyla getiriliyordu. Gayet güzeldi, yaşı on yedisinden fazla değildi. Esvapları hep mücevherlerle süslenmiş kıymettar bir kumaştandı. Gelini çarçabuk soydular, anadan doğma bir hale getirdiler. O zaman bütün genç kızlardan mürekkep bir alay peyda oldu. Kızların ikisi önde gidiyor, al kaplardan etrafa kokular serpiyordu. Diğer otuz kadar kız da ikişer ikişer arkadan geliyorlardı. Alayın önünde gidenler bir şarkı söylüyorlar, diğerleri de bunu bir nakarat gibi tekrarlıyorlardı. En geride kalan iki kız, gelinin yanında idi. Gelin sözlerini öne eğmiş mahzun ve ürkek adımlarla yürüyordu. Bu, pek hoşuma gitti. Kızlar bu suretle hamamın üç büyük salonunu dolaştılar. Gezinen bütün kızlar son derecede mütenasip vücutlu, Tenleri göz kamaştıracak derecede beyaz. Hamama sık gitmekten letafet peyda etmiş...
Bu alay bitince, gelin, muteber hanımların hepsine takdim edildi. Her hanım iltifatkârane bir iki sözle mücevherat, kumaş, mendil veya buna benzer hediyeler takdim etti. Kendisine kim hediye verirse gelin onun elini öpüyor ve kabul ediyordu. Bu merasimi kördüğüme pek memnun oldum.
Artık bu sözlerim üzerine Türk kadınlarının her halde düşünceli, nazik ve bizim kadar hür olduklarına inanabilirsiniz. Leydi Montegü, İstanbul’da kaldığı müddetçe Beyoğlu’nda ikamet etmiş ve sık sık İstanbul tarafına geçerek şehrin köşe ve bucağını dolaşmıştır. Bir yazısında diyor ki:«Beyoğlu’nda Türkçe, Rumca, Yahudice, Ermenice, Arapça, Farsça, Rusça, Slavca, Ulahça, Almanca, Felemenkçe, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Macarca görüşülür. Evimde bu muhtelif dillerden hepsini işitmek beni pek sıkıyor. Zabitlerim Arap, uşaklarım İngiliz, Fransız, Alman; çocuğumun sütninesi Ermeni, oda hizmetindeki kızlar Rus, yarım düzine de Rum hizmetçim var. Yemek müdürü İtalyan, yeniçerilerim Türk. Mütemadiyen kulaklarıma gelen bu sesler, adamlarım arasında garip tesirler yapıyor. Bunlar yazıp okuyamamakla beraber bu muhtelif lisanları öğreniyorlar. Hulâsa dört beş yaşında çocuklar görülüyor ki Türkçe, İtalyanca, Rumca, Fransızca ve Rusça konuşuyorlar. Sütninelerin hemen kâffesi Moskof olduğu için Rusçayı onlardan öğreniyorlar.»
Güzel İngiliz Sefiresi Leydi Montegü, yurdun her tarafını dolaşmış, birçok konaklara ve saraylara girip çıkmıştır. Bir yazısında, misafir olduğu kethüda beyin sarayında gördüklerini şöyle anlatıyor:«Kapıda iki harem ağası tarafından karşılandım, beni uzun bir sofadan geçirdiler. Burada örgülü saçları topuklarına kadar, elbiselerinin kenarları sırmalı iki sıra cariye dizilmişti. Ayıp olmasaydı kendilerini daha yakından görmek için duracaktım.
«Biraz sonra bizi yaldızlı kafeslerle süslenmiş geniş bir salona aldılar. Ortada beyaz mermerden bir havuz vardı. Fıskiyeden taşmış, hemen düşecek gibi zannolunan birçok çiçek resimleri yapılmıştı. Kethüdanın hanımı dört basamak yüksekliğinde zarif İran halılarıyla süslenmiş bir sedire uzanmış, işlemeli beyaz saten yastıklara dayanmıştı. Dizinin dibinde takriben on iki yaşlarında iki kız oturuyordu. Elbiseleri hemen kâmilen elmaslarla müzeyyendi. Pek sevimliydiler.
«Kethüdanın hanımı çok güzeldi... Mislini ne İngiltere’de, ne de Almanya’da gördüm. Beni istikbal inin ayağa kalktı. Elini göğsüne götürerek memleketinin âdetince selâmladı. Fakat bu selâmı o kadar asilâne yaptı ki, bunu saray terbiyesi de veremez. Bu bir Allah vergisi... Bana da yastıklar getirtti, minderin köşesini, en şerefli yerini teklif etti. Fakat ben hayretler içinde kalmıştım. Yalnız onun güzelliğini seyrediyor, kendisine söz söylemeğe cesaret edemiyordum. O ne mütenasip sima, o ne güzellik... Tabiat tenine ne tatlı bir renk vermiş... Tebessümlerindeki cazibe, iri ve siyah gözler,.. Karşıdan, yandan, hangi taraftan bakılırsa bakılsın daima yepyeni bir güzellikle karşılaşıyorsunuz.

Onu görenler, eminim ki kraliçe olmak için doğmuş zannederler. Hulâsa güzelliği İngiltere’deki güzellerin hepsini gölgede bırakır. Boylu boyuna beyaz sim kenarlı, sırma diba bir entari giymiş, ince tül gömlekten açık gerdanının bütün güzelliği meydana çıkmıştı. Şalvarı soluk karanfil renginde, gömleği gümüşî yeşildi. Zarif kolları elmas bileziklerle süslenmişti. Kemeri işlemeliydi. Başına zemini karanfil renginde sırma işlemeli bir çevre koymuştu. Lâtif siyah saçları örgülere ayrılmış, topuklarına kadar iniyordu. Başının bir tarafına gayet sanatkârane elmas iğneler takmıştı.«İhtimal ki beni mübalâğa ile itham edersiniz, fakat sözlerimde hiçbir mübalâğa olmadığına inanınız.«Salonun köşesinde güzel sesli kızlar ahenkli şarkılar söylüyorlar, birbirinden güzel cariyeler raks ediyorlardı. Kethüda beyin hanımı bu esnada benimle gayet nazikâne konuşuyor, bana:«— Güzel sultanım» diye hitap ediyordu. Kendi lisanımla görüşemediği için üzüldüğünü söylüyordu. Kendisinden müsaade aldığım zaman iki genç cariye, içi işleme çevrelerle dolu güzel gümüş bir sepet getirdiler. Bu mendillerin en güzelini almamı rica etti. Öbürlerini de tercümanım ve famdöşambrıma verdi. Çıkarken de, geldiğim zamanki nezaketlerle oradan ayrıldım.
A. Cemal ERKSAN

Hiç yorum yok

YORUM BIRAKMAK DÜŞÜNMEK VE PAYLAŞMAK İLE İÇ İÇEDİR. LÜTFEN DÜŞÜNDÜKLERİNİZİ PAYLAŞIN. YORUMLARINIZLA DAHA ÇOK PAYLAŞILALIM.

www.nerdenduydun.com. Blogger tarafından desteklenmektedir.